Annem Belkıs
Geçenlerde
İstanbul’da, Beyoğlu Öğretmenevi’nin teras lokantasında sözü dinlenir, beraber
yenilir ve içilir insanlarla yemek yiyiyorduk. Eee, haliyle gündelik yaşamdan,
bireysel meşgalelerimizden falan bahsediyorduk. Bazılarınız bilirler, geçen
sene Prof. Dr. Nazmi Kozak’ın koordinatörlüğünde benim de araştırmacı olarak
yer aldığım “Türkiye Turizm Tarihi” projesine başladık. Yakın tarih üzerine
ağırlıklı olarak sözlü tarih çalışmak insanın kulağının dolu olmasını,
araştırdığı kişi ve/veya işletmeyi tüm yönleriyle tanımasını gerektiriyor…
“Sofrada su ve ayran içilirdi. Dışarıdan şıra ve boza alınırdı ki onlar lüks kabilindendi. Alkol katiyen ağza sokulmazdı.” (s. 38)
Bir ara masamızın ana
konusu bu sebepten ötürü; Cumhuriyet tarihi, tarihi kaynaklar, yakın tarihi
aktaran eserler oldu. Çok değerli Senay Haznedaroğlu[1]
“Osman kesinlikle ‘Annem Belkıs[2]’ı
okumalısın; yakın tarih üzerine harika bir yaşantı kitabı” dedi. Sözünü tuttum
hemen kitabın siparişini verdim. Yığınla bekleyen işim olması sebebiyle; gelir
gelmez okudum diyemeyeceğim ama biran önce ele aldım ve hızlıca bitirdim.
Oldukça sade dilli ve akıcı bir kitap. Belkıs Halim Vassaf’ın gerçek
yaşantısını, kendisiyle mülakatlar yaparak ve kayıtlar tutarak oğlu Gündüz
Vassaf kaleme almış.
Osmanlı’dan
Cumhuriyet’e geçiş, Türk sosyal yaşamı, uluslararası ilişkiler, eğitim vb
birçok konuda samimi aktarımlar içeriyor. Kitabı bitirdikten sonra insan
yapabileceklerinin pek de sınırı olmadığını düşünerek, başarı hedeflerini biraz
daha genişletiyor, güdüleniyor…
Okumanızı şiddetle
önererek, aşağıya alanımızda yararlanabileceğimiz alıntılar yapıyorum.
“Bunlardan birinden
biz çocukların akide şekeri ve oralarda ‘bıskot’ denilen bisküvi aldığımızı
hatırlıyorum.” (s. 25)
“Şeker açıkta
satıldığından kirli olduğu için köpüğünü alırlardı şurup yaparken.” (s. 25)
“Evlerde fırın
olmadığından herkes pidesini, ekmeğini buraya gönderirdi. Fırından aldığımız
çeyrek ekmeği yarıp içerisine sulu koz helvası koyardık. Ama en çok hasretini
çektiğimiz ramazan pidesiydi. Herkes evden kendi malzemesini götürür, peynirli
pide yaptırırdı. Ramazan pidesi hususi bir ziyafetti adeta. Bugün bile onları hatırladıkça
hasretini çekerim ve ağzım sulanır.” (s. 25, 26)
“Böyle işgal
zamanlarında kuru ekmeği suda yumuşatıp yemeğe mecbur kalırlarmış.” (s. 26)
“Hristiyanların Noel’i
ya da yeni yılı kutladıklarını pek sanmıyorum, ama paskalyada yumurtalar,
çörekler yollarlar, biz çocuklar da o yumurtaları kim kazanır kim kazanmaz diye
kırış ederdik. O kadar çok yumurta gönderirlerdi ki pencerelerin çevresine
onlar süs gibi sıralanırdı. Ailenin Yahudi dostları da kendi bayramlarında
hamursuz ekmek gönderirlerdi.” (s. 27)
“Bu odalardan birinde
pek oturulmazdı. Orası hep ortasında karpuz kavun yığınlarıyla gözümün önüne
gelir.” (s. 33)
“… kuskus, tarhana,
erişte gibi kışlık yiyecekleri hazırlamak çoktan bitmiş olurdu.” (s. 34)
“Günde üç öğün yemek
yenirdi. Sabah kahvaltısı, öğle yemeği ki kuşluk denirdi, bir de akşam yemeği.
Tabii ramazanlarda iftar ve sahur vardı. Kahvaltı dışında yemekler hep beraber
yenirdi.” (s. 36)
“Öğle yemeklerinde podrala keşesi, kör pide, bakırdan (bazı
yerlerde buna kaçamak da derler) ve tarhana çorbası bulunurdu. Podrola keşesi lor peynirinden
yapılırdı. Ortasına kızarmış yeşil biber koyarlar üstüne kırmızı biberli yağ
gezdirirlerdi. Bakırdan, bazı
yerlerde buğday unuyla yapılır ama belki de etrafta çok mısır yetiştiği için
hacı babamın evinde mısır unuyla yapılır, pastırma ya da ev mahsulü pekmezle
yenirdi. Ekmek ve kör pide de gene
mısır unu ile yapılırdı. Çocukların çok sevdiği bu yemeğe pide dendiği halde
yufka açılmaz, iki hamur tabakasının ortasına peynirli ıspanak ya da pırasa
koyarlardı.” (s. 36)
“Kahvaltı ya da
ikindide biz çocukların iştahını açmak için peynirle ekmek içlerini koparıp onu
havlu ya da tülbentin köşesinde top haline getirirlerdi. Pekmez ve reçeller
evde yapılır ama reçel kahvaltıda değil yalnız iftar sofrasında bulunurdu.
Benim en sevdiğim üzerine susam da dökülen pekmezli patlıcanlı reçeldi. Bir de günbalı
yapılırdı-üzüm suyu yassı bir tepsiye dökülür koyulaşıncaya kadar güneşte
bırakılırdı. Akşam yemeklerinde nohutlu yahni, paça, çorba ve papaz yahnisi
gibi şeyler yenirdi. Özellikle biz çocuklar için mangal külüne patates
gömerlerdi. Ağır yemeklerden sonra hazmettirsin diye turşu yenirdi. Börekler
kesilişine ya da içine konan maddeye göre adlandırılırdı. Fincan böreği, içine
yumurta konan süt pidesi, kıymalı ya da ıspanaklı börekler gibi. Yufkaların
arasında yalnız koyun ve kuzu eti kullanılırdı.” (s. 36, 37)
“Sadece pide değil
baklava bile ince olmayan elde açılmış kalın yufkadan yapılırdı. Evlenecek
kızların yufka açmasını bilmesi meziyet sayılır, asma yaprağı sarması da
beklenirdi.” (s. 37)
“Bayramlarda evde
açılmış yufkalardan, tepsi tepsi yapılan baklavalardan başka, aklımda
kalanlardan biri de süt lokması ki
çok sevdiğim tatlılardan biriydi. İrmik ve peynir tatlısı tencerede pişirilir,
biz çocuklar da tencerenin dibini yalamaya bayılırdık. Ayrıca muhallebi ve
şekersiz sütlaç da yapılırdı. Yumurta
helvası Mahmut dayının en çok sevdiğiydi ve o yapardı. Hacı babamın evinde
bir de tuzsuz taze peynirden yapılan ve bugün çok sevdiğim halde yapmasını
bilmediğim ve sımsıcacık yenen söndürme
pişirirlerdi. Söndürmeyi hacı babam yapardı. Buna galiba bazı yerlerde höşmerim diyorlar.” (s. 37)
“Yalnız tabii üzüm hoşafı vardı. Hoşaflar bilhassa
ramazanda pilavla beraber sahurda yenirdi. Helvalardan irmik, un ve yumurta
helvası vardı. Yılın daima belli bir ayında, muharremde küçük kazanda aşure
yapılır, konu komşu ve fakir fukaraya dağıtılırdı. Herkes yapmasını bilirdi.
Aşureyi bugün dahi çok severim ve yapmasını bilirim, lezzetli de olur.
Usturumca’da hacı babamın evinde en sevdiğim şey aşurenin içindeki kuru iç
baklaydı. Eğer ağza bakla gelirse çıkarılır, yıkanır ve annem onları yastığımın
altına koyardı. Baklaların biri erkek, biri dişi olursa para doğururdu.” (s.
37, 38)
“… mangala sürülen
ıhlamur çaydanlığı gözümün önünde.” (s. 38)
“Yemek hep kalaylı
bakır tencerelerde sağyağla pişirilirdi. Usturumca’da zeytin yetişmediği için
evde ne zeytin ne de zeytinyağı vardı. Soğan ve domatesten oluşan salataya
sadece sirke konurdu.” (s. 38)“Sofrada su ve ayran içilirdi. Dışarıdan şıra ve boza alınırdı ki onlar lüks kabilindendi. Alkol katiyen ağza sokulmazdı.” (s. 38)
“Yemek yerde yenirdi.
Sofra örtüsü yere açılır ortasına sehpa onun üstüne de sini konurdu. Yemek
sahanda ya da çorbaysa büyük bir tasın içinde sininin ortasına oturtulurdu.
Herkesin önüne ekmek konurdu. Çatal ve bıçak yoktu. Hepimiz kalaylanmış bakır
sahanlardan ya da taslardan elle yerdik. Ortadaki tastan da herkes kendi
kaşığıyla yerdi. Sofrada peçete bulunmazdı. Yalnız elimizi silmek için ucu
ıslanmış havlu geçirirlerdi. Sofradan kalktıktan sonra da ellerimizi yıkamak
şarttı.” (s. 38)
“Ekmek lokmasını beş
parmakla değil de, sadece üç parmakla tutmak biz çocuklar için büyük hünerdi.
Onu üç parmağımızla, orta parmak, işaret parmağı ve şahadet parmağıyla tutar ve
mutlaka sağ elimizle yerdik. Sol elle yemek günah hatta uğursuz sayılırdı.” (s.
38, 39)
“Çerviş denilen
yemeğin salçasına ekmek batırılır, nohut filan o şekilde alınır, etse ortadan
koparılırdı.” (s. 39)
“… o zamanlar ‘Eti yağdan
kızı soldan al’ derlerdi. Onun için yağlı et makbuldü.” (s. 39)
“İftar sofralarında
çocuk büyük hepimiz peynir, turşu ve reçelle donatılmış yer sofrasının
etrafında oturur sabırsızlıkla topun atılmasını beklerdik. Orucu hacı babam
zemzem suyuyla bozar hepimiz sırayla aynı sudan içerdik. Arkadan mevsimlik
sebzelerle birlikte kuzu eti, sonra da börek yenirdi ve başka çeşit çeşit
yemekler gelirdi.” (s. 39)
“Hacı babamla nenem
güne bir fincan kahveyle başlarlardı.” (s. 39)
“Fincanlar kapanmadığı
için de biz çocuklar kahvenin telvesine ekmek banıp yemeye bayılırdık.” (s. 40)
“Kurban Bayrama’na….
Gelen misafirlere kahve ve lokum ikram edilirdi.” (s. 48)
“Bazı evlerde mutfak
bile yoktu. Yemek yalnız çatısı olan etrafı açık bir sundurmada hazırlanırdı.”
(s. 77)
“Para kıt olduğu için
birçok şeyi de evde yapıyorlardı. Meselâ erişte, kuskus ve aklık denen bir
pudra yapılırdı evde.” (s. 77)
“Çatalı biliyorduk,
hatta çatala ‘pilon’ dendiğini de biliyorduk, ama İstanbul’a gelinceye kadar
çatalla yemek yediğimizi hatırlamıyorum.” (s. 85)
“Bu meyanda bir de
Beyoğlu’nda lokanta açmışlardı ve o zamanın en lüks lokantasıydı. Adı da
aklımda kaldığına göre Turkuazdı ve Rus kadınlarının idaresindeydi. Garsonlar
dahi hep Rustu ve güzellik müsabakaları da bu lokantada olurdu. Bir de
ağabeyimden duyduğuma göre Ankara’da Karpiç adında bir Rus lokantası vardı,
orası da adeta politikacıların kahvesi haline girmişti.” (s. 109)
“Okulun iki
yemekhanesi lüks lokanta gibiydi. Sofra örtülü 6-8 kişilik masalarda otururduk.
Hepimizin ayrı peçetesi vardı. Yemek karavanayla değil servis tabağı içinden
gelirdi. Akşam yemeği için hepimiz üstümüzü değiştirir, temiz şık bir elbise
giyerdik… , yemeği o öğretmen dağıtırdı.” (s. 113)
“Gene bir defa
Bedriye’yle beraber Harbiye’de bir kasaba girdik ve İngilizce birşeyler
söyledik. Bir de kasap İngilizce cevap vermesin mi. Çok utanmıştık.” (s. 146)
“… Beyazıt
Meydanı’ndaki Emin Efendi Lokantası’na giderdik.” (s. 148)
“Tokatlıyan o zaman
Beyoğlu’nun en meşhur otellerinde biri.” (s. 148)
“Halbuki Polenezköy
yemekleriyle meşhur. Fevkâlade güzel yemekler yaparlardı. Hatta o zaman
şişmanlık modası vardı. Herkes oraya kür yapmaya, o güzel yemeklerden yiyip de
şişmanlamaya giderdi” (s. 149, 150)
“… meyva salatası
vardı, yanında da bir tabakta beyaz bir sos. Ben onu meyvaların üstüne konmak
üzere hazırlanmış krem şanti sandım. ‘Ooo ben krem şantiyi çok seviyorum’ dedim
ve bolca aldım koydum meyva salatasının üstüne. Bir de oturdum yemeye başladım
ki, meğer mayonezmiş. Midem bulana bulana, gene o zamanki yaşım dolayısıyla
hiçbir şey söylemeden onu yedim.” (s. 151)
“En iyi lokanta
Pandeli’ydi. Kendisi hayattaydı o zaman ve şimdi Mısır Çarşısı’ndaki
Pandeli’yle hiç ölçülemeyecek kadar değişik bir havası vardı. Pandeli beyaz bir
önlük takar, kasanın arkasında durur, garsonlarına emrederdi.” (s. 166)
“Bir patlıcan
salatasını hatırlıyorum, kaymak gibi bembeyazdı. Garsonlarına, ‘beylere şunu
götür bendendir’ diye emirler verirdi… O zamanlar onun üstüne bir lokanta
yoktu. Orada içki içildiğini hatırlamıyorum. Zaten yalnız öğlen yemekleri
vardı… Lebon’da çay içer, pasta yerdik. O da Beyoğlu’ndaydı… Sirkeci’deki
Pandeli’ye giderlerdi. Kadınlar için muhallebicilere girip bir muhallebi,
sütlaç ya da keşkül yemek gayet kolaydı ve hiçbir merasime tâbi değildi.” (s.
167)
“Meşhur lokantalardan
biri de Konya’lıydı. Oraya çok giderdik fakat son gidişimde Türk tatlılarından
birini istedim. Revani miydi tulumba tatlısı mıydı hatırlamıyorum. İçine
vanilya koymuşlar. Halbuki bizim Türk tatlılarında vanilya kullanılmaz.
Tatlının kendine has lezzeti olduğundan onu daha iyileştirmeye gerek yok.” (s.
167)
“… canım sütlaç ya da
tavuk göğsü yemek istemişti. Garsona ne istediğimi söyleyince, bana, ‘Yok
efendim. Sütlacımız da yok tavuk göğsümüz de. Ama krem karamel var’ diye cevap
vermişti. Biz meşhur Türk mutfağını Batılılaştırmaya uğraşırken, Yunanlılar da
bizim yemeklere sahip çıkıyorlar. Hatta yalancı dolma, şiş kebabı, börek gibi
yemekler, baklava gibi tatlılar ve kahve dışarıda artık onların diye
biliniyor.” (s. 167)
“O zamanlar danslı
çaylar çok makbuldü. Pera Palas’ta, Tokatlıyan’da danslı çaylar yapıldığını
hatırlıyorum. İçki içilmezdi, çay vardı. Herkes buna pek özenirdi. Fiyatı 5
lira gibi bir miktardı ve çok ucuzdu, tabii müzik de vardı. Hangi otel daha iyi
bisküvi, pasta verirse, hangisinin salonu daha genişse onlar daha makbule
geçerdi. Beyaz Ruslar’ın açtığı Turkuaz ve Pera Palas’takiler en çok beğenilen,
en çok gidilen yerlerdi.” (s. 174, 175)
“Bir de o gece
Dolmabahçe Sarayı’ndaki sütunların arkasına yiyecek saklamışlardı, giderken almak
üzere. Hizmet eden garsonlar bulmuş kaldırmış oradan yiyecekleri. ‘Bu da olur
mu? Böyle bir ziyafete gelir de bu sütunların arkasına böyle yemek saklanır
mı?’ diye söyleniyor, davetlileri ayıplıyorlardı.” (s. 176)
“Çarların yazlık
sarayı Peterhof’u gezdik. Bir yemek odası vardı ki meğer ziyafet olduğu zaman
masa aşağıda mutfakta hazırlanır, mutfağın tavanı açılır ve masa öyle kurulduğu
gibi bütün takımlarıyla yukarı çıkarmış yemekler soğumasın diye.” (s. 265, 266)
Yorumlar
Yorum Gönder
Yorumunuz için teşekkürler...