Türklerin Elinde Bir Alman Tâcir

Hans Ulrich Krafft’ın yazdığı, yıllar yıllar sonra basılan ve yine belli bir zaman sonra Turgut Akpınar tarafından Türkçe’ye çevrilen ve İletişim Yayınlarında basılan “Türklerin Elinde Bir Alman Tâcir” kitabı geçmişimiz hakkında oldukça şaşırtıcı gözlemler içeriyor. Nitekim 16. yy. sosyal yaşamı ve yönetim sistemi sürekli dilimizde ve zihnimizde olan konular değil.

Eğitimli, görgülü ve sayılan bir aileden olan Krafft, kendisine teklif edilen Türk coğrafyasındaki ticaret işini kabul eder ve yola çıkar. Belli bir süre işleri rast gider ama sonunda patronları iflas eder ve onların maddi problemleri onun ceza görmesine sebep olur. Uzun süre hapiste kalır; kurtulmak için rüşvetler (hediyeler) verir, insanlarla iyi ilişkiler kurar, tanıdıklarından borçlar alır, ricalar eder ve sonunda serbest kalır…

Kitapta; tabiki arada geçen olaylar, şahsi görüşleri, gözlemleri, hatalı tespitleri, yanılgıları da var. Ancak bizleri alakadar eden yeme-içme ile ilgili kısımları da var. Aşağıya bazılarından alıntılar yapıyorum, dikkatini çekenler olacaktır:

“… Evvelce zikrettiğim gibi pek çok yiyecek maddesi, mesela sığır eti, canlı koyun, tavuk, yumurta, salamura balık, peksimet, şarap, su ve diğer günlük gıdaları bolca aldığımız için bunları daha fazla saymayı bir tarafa bırakıyorum.”

“… O kadar çok ve sık kustum ki içimde mercimek tanesi kadar bile bir yemek artığı kalmış olamazdı. Ertesi gün 3 Eylül [1573] sabahı benim saatime göre 8’de ikinci kaptan ikimize güzel, sıcak, berrak bir tavuk çorbası gönderdi, artık mide bulantımız geçmişti. İkimiz iki saat sonra öğle yemeği yediğimizde dinç olan sadece ben değildim. Yemek sonunda kendimi tekrar canlanmış ve dinlenmiş buldum…”

“… Lutz, susamış bir Alman olarak cevap verip şakadan yiyecek istediğinde hemen ipe bağlı bir sepetle pencereden yanan bir mum, ekmek ve şarap, kızartılmış bir kekliği küçük bir masa örtüsüne sarılmış olarak aşağı sarkıttılar…”

“… Hemen hararetimizi söndürmek için güzel, sarı, pahalı, son derece lezzetli bir şarap getirdiklerinde buna hayret ettik. İki Fransız gemi tayfası bizden sonra gecikerek ve yorgun olarak geldiklerinde her biri basit bir sofra bardağı (Ulm ölçeğine göre çeyreğin yarısı) içip hemen uyudular. Akşam yemeği için onları uyandırmak mümkün olmadı. Şarap o kadar kuvvetli ve nefisti. Bize bir de denememiz için iyi bir kırmızı şarap verdiler. Fakat sarı olanı daha üstündü. Onu ancak bir bardağın beşte biri şarap olmak üzere sulandırıp içmemize müsaade vardı. Bununla birlikte bu karışım yine de nefis ve kuvvetli bir şarap idi.”

“Burada Hristiyanlar şarap içebilirler, onlara şarabı evlerinde bulundurmalarına müsaade edilmiştir. Fransız ve Venediklilerin hiçbir işine karışılmaz, tamamen serbesttirler. Bununla beraber şarabı itina ile ve gizli olarak getirmelidir. Öyle ki şarap, muteber bir Türk veya zencinin evinin veya dükkânının önünden geçerken kokusunu duymasın. Bu konuda dava edilenler, cezasız kurtulamazlar. Tutuklanmadan önce kendi evim vardı. Adamlarım günün birinde boş bir şarap fıçısını temizlediler, dikkatsizce iki litreden fazla olmayan kirli suyu sokağa döktüler. Bir saat bile geçmeden adlî makamlara başvurularak, Müslümanlara karşı küstahlığımdan dolayı şarabı sokağa döktürdüğüm iddia edildi, bu suçlama bana 6 Duka altınına maloldu.”

“Onlar, çalışmayı, yeyip içmeyi veya uyumayı, hepsini yerde yaparlar…”

“Oruç tutacakları zaman, bunu Razaman ayında, günlerin en kısa olduğu ayda yaparlar (?)[1]

“Bazı takva sahipleri, güneşin doğuşundan batışına kadar en ufak bir şey yiyip içmektense kafalarını kestirmeye razı olurlar. Bu işleri isteyerek yapan olursa aşağılanır, lânetlenir hatta dayak cezasına çarptırılır. Buna mukabil bütün gece, ertesi gün oruç tutabilmek üzere iyice yiyip içebilirler. Yıl boyunca Ramazandaki gibi, nefis ve iyi yemekler yemezler. Hapislik süremin en iyi günleri Ramazanlardı çünkü biz mahpuslara Allah rızası ve mübarek günlerin şerefine o kadar çok ve iyi yemekler taşıyorlardı ki, ne gündüz ne gece, yiyip bitiremiyordum.”

“… Tam istirahate geçmiştik ki, gece yemeğimizi yerken, civardaki fakir bir köyden ihtiyar bir kadının ikramı ile karşılaştık. İkram edilen, geniş, koyu renkli ve sırlı bir toprak çanağın dolusu keçi sütü idi. İçinde parmaktan uzun, sayısız keçi kılı yüzüyordu. Ben ve berber, uzun kıllardan dolayı hiçbir rahatsızlık duymadık. Diğerleri bundan o derece gücenmişlerdi ki, bizim yüzümüze bile bakmak istemiyorlardı. Anlaşmamız gereğince, onlar ihtiyar kadına ödediğimiz, içmek istemedikleri sütün parasına da katılmak zorunda idiler. Kadıncağız bunun için çok saygılı şekilde, teşekkür etti.”

“Bu hikâyeden sonra, tercüman bana içki âleminin bu akşam yapılacağını, eğer görmek istersem, en iyi elbiselerimi giyip, çizgili Hristiyan başlığımla (ki böyle bir serpuşu Ermeniler taşımak zorundadır) halen bulunup yemek yediğimiz yerde bir saat sonra onu beklememi söyledi. Bana şerefi üzerine söz verdi ki bana zarar verecek hiçbir şey olmayacaktı. Bu dostça davranışı büyük bir şükranla kabul ettim. Paşanın evinin önüne geldiğimizde, tercüman, gelişini ve yanında çok iyi şarap içilen bir memleketten gelmiş iyi bir arkadaşı bulunduğunu haber verdi. Hemen içeri alındık. Tercüman, Paşanın sol arkasında bir yere oturdu ve beni de kendisinin sağına aldı. Biz sessizce etrafımıza bakınıyorduk. Bir süre sonra farkına vardık ki, Paşa, Ermeni’nin şerefine küçük, açık renkli Venedik kristali kadehlerden on adedini yuvarlamıştı. Bu kadehlerden on-on iki tanesi bile tam bir Ulm-ölçüsü tutmuyordu (1,377 litre). Ermeni de aynı şekilde Paşa’nın şerefine aynı miktarda kadeh kaldırmıştı. Artık iyice hissediyorduk ki yemekler ve içkiler misk kokuyordu; bu güzel koku, sonunda bana fazla gelmeye başladı.”

“Yerde serili olan sofra örtüsü, gayet büyük, dört köşe, güzel renklerle, iyi işlenmiş, deriden mamûldü. Her içenin yanında küçük, yumuşak ağız silme bezi konulmuştu. Arada on iki adet, iyi kalaylanmış bakır tabaklar ve yuvarlak ayaklı derin çanaklar vardı ki çoğu çeşitli tarzda pişirilmiş pirinçle (pilâvla) dolu idi. Ayrıca et, sebze ve biraz da tatlılarla dolu kâseler vardı. Sekizi yan yana, dördü üst üste konulmuştu. Biz bunlardan hiçbir yemeğin dışarı taşınıp, tazelerinin getirildiğini görmedik, bilâkis sıcak olanlar soğumuştu ve yan yana duruyordu. Sadece, 24 yaşından fazla göstermeyen, Paşanın iki mahrem hizmetkârı ayakta bekliyorlardı.”

“… Bir saat geçmeden, bana tavuk suyu ile yapılmış güzel bir pilâv ile dörtte bir tavuk ve birkaç parça koyun eti gönderdi. Teşekkürle aldım ve afiyetle yedim.”

“… Kadın bunun üzerine bana teşekkür makamında güzel bir pilâv ile biraz fırında pişmiş tatlı gönderdi. Bu suretle, usturuplu bir yalan sayesinde doğru dürüst bir yemek yedim…”

“Birçok nefis yemeğin kokusundan, ağzımın sulanması yüzünden, midem tükürükle dolmuş olmalı ki, hiç yemek yiyemedim. Besili iğdiş horoz, tavuk, keklik ikram edildi fakat koku yüzünden hepsini tabağımda bıraktım. Ev sahibim bu yüzden üzüldü…”




[1] Görülüyor ki Krafft birçok hususu yanlış bilmektedir. (Çevirenin notu.)

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Uluslararası Doğrama Şekilleri, Usûller ve Özellikleri

Bir Aşçının Temel Özellikleri

Çıraklık/Kalfalık, Ustalık ve Usta Öğreticilik